İnsanoğlu, doğası gereği toplumun farklı gruplarının bir parçası olma eğilimindedir. Bu gruplar kültüre, tutum ve davranışlara, etnik yapılarına, cinsiyete yönelimlerine, politik parti tercihlerine hatta tuttukları futbol takımlarına göre gruplanabilirler. Bu oluşturduğumuz farklı grupların bir parçası olmak dışında, grupların normlarına da uyum sağlamaya çalışırız. Parçası olduğumuz gruplarla aynı koşullarda aynı şekilde hissetmeye, düşünmeye ve davranmaya başlarız. Bu bizim üyesi olduğumuz grubu daha fazla benimsememizi sağlar. Her şeyde olduğu gibi bu gruplaşmanın ve sosyal kimlik kazanmanın da bazı olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Toplumun kutuplaşması, önyargılar, gruplar arası ayrışmalar olumsuzken, özsaygımızı artırmamıza yardımcı olması ise bazı durumlarda olumlu sayılabilir.
1979’da Tajfel’in ortaya attığı Sosyal Kimlik Teorisi (Social Identity Theory) insanların aitlik duygusunun özsaygılarını etkilediğini savunmuştur. Bunu da içinde bulunduğumuz grupların bize kendi kişisel kimliğimiz dışında sosyal kimlik kazandırdığından bahsetmiştir. Örneğin; Fenerbahçeli bir taraftarın, bu takımı tutması ona maddi olarak bir şey kazandırmaz ama tuttuğu takımın yenmesi onun özsaygısına pozitif yönde etki sağlarken, yenilmesi onu negatif yönde değiştirir. Ayrıca, içinde bulunduğumuz ve bulunmadığımız bu birbirinden farklı sosyal gruplar arasında ortaya çıkan ayrımcılık ve önyargı öz-imajımızı arttırmakta negatif yönde oldukça etkilidir.
Kişilerin içinde bulunduğu gruplara “in-group” denilirken, yer almadıkları gruplara “out-group” denilir. Dolayısıyla bu terimler insanlar ve gruplar arasında “onlar” ve “biz” algısını oluşturuyor ve sosyal sınıflandırma sürecinin başlamasına neden oluyor. Sosyal Kimlik Teorisi‘nin ana hipotezini; belirli bir grupta yer alan insanların kendi değerlerini, özsaygılarını veya öz-imajlarını arttırmak için, kendilerinden farklı olan gruplarda negatif oluşumlar, davranışlar ve tutumlar araması durumu oluşturur. Bu hipoteze göre, insan psikolojisinde bu durumun oluşması; sosyal sınıflandırma, sosyal özdeşleştirme ve sosyal karşılaştırma olarak 3 psikolojik sürece dayanıyor.
Sosyal sınıflandırma, insanları anladığımız ve tanımladığımız şekilde kategorize etmemizdir. Örneğin, Siyahi, Asyalı, Öğretmen, Anne vb.
Sosyal özdeşleştirme, ait olduğumuz grubun kimliğini benimsememizdir. Aynı zamanda o grubun üyelerinin davranışlarını algıladığımız şekillerde hareket etmemiz, onlara uyum sağlamayı isteğimizi gösterir. Bir grupla özdeşleştiğinizde, kimliğinizin ve benlik saygınızın buna bağlı olacağına dair duygusal bir önem geliştirirsiniz.
Sosyal karşılaştırma, Kendimizi bir grup içinde kategorize ettikten ve kendimizi bu grubun üyesi olarak tanımladıktan sonra, grubumuzu (in-group) başka bir grup ile (out-group) karşılaştırırız. Bu durum, önyargı ve ayrımcılığı açıklamaya yardımcı olur; çünkü bir grup, rakip grupların üyelerini, kendi benlik saygılarını artırmak için olumsuz bir şekilde görmeye eğilimlidir. Örnek vermek gerekirse holiganlık bu durumun oluşturduğu bir olgudur.
İnsanların bir grubun parçası olabileceğini, ancak etnosentrizme ve grup içi kayırmacılığa kaymayacak şekilde düşünmeleri ve önyargılarını yıkmaya çalışmayı öğrenmeleri gerekir. Yoksa bu durum holiganizm, ırkçılık, cinsiyetçilik vb. gibi ciddi ve daha önemli olaylara neden olabilir. Dünya tarihinden bildiğimiz üzere kültürler arasındaki önyargılı görüşlerin ırkçılığa neden olduğu açıktır; Almanya’da yaşanan Yahudi soykırımı ve daha yakın zamanlarda Bosnalılar ve Sırplar arasındaki eski Yugoslavya’daki soykırımlarla sonuçlanabilir.
Sonuç olarak, yinelemek gerekirse, sosyal kimlik teorisinde grup üyeliği kişinin üzerine ilişik olan yabancı veya yapay bir şey değildir, bu kişinin gerçek ve yaşamsal bir parçasıdır. Ama biz insanlar olarak bu psikolojik durumu daha doğru bir şekilde yönetmeyi öğrenmemiz gerekir. Ancak o şekilde toplumdaki cinsiyet, etnik, dini, ırk bazlı ayrımcılığı biraz da olsa azaltabiliriz.
Yazar: Sude Nur GÜNGÖR